Tarih tekerrürden ibaret midir?
Fransızcada, hemen hepimizin duyduğu bir "dejavu" terimi vardır. Bu terim, insanların gündelik hayatlarında başlarına gelen olayları daha önce de birebir olarak yaşadıklarını sanmalarına verilen bir isimdir. Bu durumu yaşayan insanlar, aynı şartlar içerisinde aynı durumu iki defa yaşadıklarını öne sürerler ve kimileri bu iddialarında ısrarcı olur. Bu olayı adlandırdığımız terim Fransızca olsa da dünyanın çeşitli yerlerinde çok sayıda insan, hayatında en az bir kere daha önce yaşadığı bir şeyi yaşamış hissine kapılmıştır. En küçük birimi insan olan devletler de, işte bazen bu gibi durumların içerisine düşebilirler. Bu tekrarlar olaylar yaşanırken dejavu olarak adlandırılmasa da bulunduğumuz günden geçmiş tarihi kolaylıkla incelemekte olan bizler bu olayların adeta bir tekrarlar düzenini oluşturduğunu fark ederiz. Bazen aynı hatalar tekrar edilir, nadiren de aynı iyi hatıralardan dem vururuz. Fakat klişeleşen "tarih tekerrürden ibarettir" sözü acaba mutlak doğrulukta mıdır? Yazımızda tarihsel olayların küçük bir kısmını ele alarak bu benzerlikleri ve sonuçlarını tartışacağız.
Dünya tarihinden bir örnek: Rus topraklarında dağılan ordular
Tekrarlanan olayların gerçekleşme sahası bakımından ele alabileceğimiz en geniş perspektiften, dünya tarihini kısaca ele alalım. Tam manasıyla aynı olmayıp "birebir" diyebileceğimiz ölçünün dışında olsalar da dikkat çekici bazı benzerliklerden bahsedebiliriz. Bu konuyu örneklendirmeye öncelikle yakın tarih diyebileceğimiz İkinci Dünya Savaşı'ndaki bazı gelişmeleri örnek gösterebiliriz. Bir (Alman) yaşam sahası iddiasında olan Adolf Hitler'e göre Alman ırkının gelişmesi zorlaşıyordu çünkü ellerinde kullanabilecekleri, gelişecekleri yeteri kadar toprak yoktu. Bundan dolayı müttefiği İtalya'yla birlikte İspanya, İsviçre, Türkiye ve Sovyetler'in Avrupa toprakları hariç tüm Kıta Avrupası'nı ele geçirmişti. İlk dünya savaşında alınan mağlubiyeti bağladığı iki unsurdan biri olan komünistlere karşı (diğeri Yahudiler) ölçüsüz nefreti onu bir zamanlar saldırmazlık paktı imzalayıp hatta savaşa aynı yere saldırarak başladığı ortağı olan Sovyetler'e güçlü ve sayıca oldukça fazla bir orduyla saldırmaya itti (Barbarossa Harekâtı). Bu nefretinin sebebi muhtemelen ilk savaşın kaybının komünistler olduğu kadar, Slav ırklarının alçak ırk olarak adlandırılmasından da kaynaklanıyordu. Sovyet-Nazi savaşı sürerken savaşın belirli kısımlarında Alman ordusu Moskova'nın dibine kadar sokulabilseler de en sonunda Stalingrad mücadelelerinde Almanlar püskürtülmeye başlandı. Saldırı gücü kırılan ve savunmaya başlayan Nazi ordusuna rağmen Sovyetlerin lideri Joseph Stalin hâlâ bir ateşkes antlaşması imzalamasına soğuk bakmıyordu. Ancak tüm Avrupa'yı ele geçirecek kadar kuvvetli olan Hitler, ilerleyişinin soğuk iklime hazırlıksızlıklarının da etkisiyle Rusya'nın batı topraklarında durmasına ve kendisi için sonun başlangıcına engel olamadı.
Bu olayların yaşandığı İkinci Dünya Savaşı (1939-1945)'ndan yaklaşık 130 sene önce gerçekleşmiş olan Fransız- Rus Savaşı'nı (1812) bu olaylar dizisine çeşitli yönlerden benzetmek mümkündür. Bu tarihte İngiltere'yi dışlamış bir durumda Kıta Avrupası'nda bir birlik kuran ve İngiltere'ye ticari ambargo oluşturan Fransa hükümdarı Napolyon, ambargoyu kırıp İngiltere ile ticari ilişkilere giren Rusya'ya karşı, yine elinde hemen hemen tüm Kıta Avrupası varken ve yine güçlü ve sayıca oldukça fazla bir orduyla sefere başlamıştır. İlk olarak ilerlemeler devam etse de sonunda geniş ve pek de bilinmeyen bir coğrafyada ilerleyen Fransa askerleri, sefere başladıkları mevcudun (~500.000-600.000 asker) yaklaşık yüzde biri gibi bir sayıyla savaştan çıkabilmişlerdir. Bu durumda da soğuk iklime oldukça hazırlıksız yakalanmak ve seferin başlarında karşılarında savaşacak bir ordu bulamamak gibi etkenler vardır. Sonuç olarak Napolyon ve onun ilerlemesinin önündeki en sağlam darbe olmuştur. Bu iki durumu ele almak gerekirse ikisinde de cereyan eden olayların Kıta Avrupası'nı kapsadığını, ikisinde de güçlü ve Avrupa'yı hegemonyası altına alan liderlerin ilerleyişlerinin Rusya'da durdurulduğunu, askeri taktiklerinin ve savaş içi bazı hareketlerinin hatalı olduğunu görebiliriz. Ayrıca bu her iki savaşta da İngiltere'nin Rusya'nın yanında bulunması, özellikle Fransa-Rusya savaşın sebebi konumda olması dikkat çekicidir. İki savaşta da Rusya'ya saldıran ordu, saldıran devletin askerleri ile homojen şekilde oluşturulmuş olmayıp "müttefik" devletlerin askerleriyle desteklenmiştir. Ayrıca bu olaydan sonra Fransa toprakları işgal altına girmiş ve Napolyon Elbe Adası'na sürülmüştür. Başarısız Sovyetler saldırısından sonra Müttefik askerler de Almanya'ya girmişlerdir ancak Hitler sürülmeyi veya öldürülmeyi beklemeyip intihar etmek yoluna gitmiştir.
Türk tarihinden bir örnek: Veraset Sistemi
Türklerin devlet kurma gelenekleri, Büyük Hun İmparatorluğu ile M.Ö. 3. yüzyıla kadar uzanan bir tarihte başlamıştır. Bu andan sonra sayısız devlet ve beylik kurulmuş, bu yapılanmaların kimisi uzun kimisi ise kısa süre varlıklarını devam ettirebilmişlerdir. Bu yapılanmaların en uzun süre ayakta kalanı da Söğüt'te kurulan ve ardından altı yüz sene ayakta kalabilecek bir yapıya kavuşan Osmanlı Devleti'dir. Bu devletin yakın geçmişimizde halen varlığını sürdürmeyi başarması çok çeşitli sebeplere bağlanabilir. Yazımızın bu kısmında Osmanlı'daki veraset usûlüne değineceğiz. Genel olarak bilinen şekliyle, Osmanlı'da taht babadan oğula ilerler. Bu bilgi yanlış değildir ama eksiktir. Osmanlı'da hükümdarlık yalnız bu şekilde ilerlememiştir bunun sebebi de hükümdarın her zaman yalnız bir çocuğu değil daha fazla çocuğu doğmasıdır. Tahtta eşit hakkı olduğunu iddia eden şehzadeler, hükümdar (babaları) vefat ettiğinde merkez İstanbul'a ne kadar yakınsa o kadar hızlı tahta geçmeye başladı. Merkeze yakınlık, hükümdarın vali olarak atadığı şehzadelerinin İstanbul'a olan mesafesiydi ve belirli sancaklara vali olan şehzadelerin merkeze yakınlıkları, taht yolunda veliaht gösterilmeleri manasına geliyordu. Bu durumda hükümdar ölünce tahta en yakın şehzadeye geç haber verilirse, o şehzadenin tahta çıkamaması ve daha sonra öldürülmesi normal karşılanabilecek bir durumdu. Anlaşılacağı üzere veraset usûlü çok belirli esaslara dayanmamaktaydı.
Orta Asya'dan Anadolu topraklarına kadar fetihler gerçekleştirerek ilerleyen Emir Timur, Anadolu topraklarında sözünü geçiremediği ve kendisiyle savaşabilecek kabiliyette ve inançta olduğunu iddia eden bir soydaşıyla, I. Bayezid ile karşılaştı. Bu durum sonucunda 1402'de meydana gelen savaşta Emir Timur galip geldi, I. Bayezid esir düştü ve Osmanlı topraklarında şehzadeler arasında taht mücadelesi başladı. Bu mücadele süresince bir bunalım devri yaşandığını ve devletin yıkılmanın eşiğine geldiğini anlıyoruz. Süreç uzadıkça ve bir kardeş diğerleri üzerinde meşruiyetini kabul ettiremedikçe normalleşme mümkün değildi. Aradan 11 yıl geçtikten sonra Çelebi Mehmed kardeşlerini mağlup edip yönetimi eline aldığında devlet parçalara ayrılmış ve toplamda 11 yıl kaybetmiş bulunuyordu.
15. yüzyıldan 17. yüzyılın başlarına kadar veraset sisteminde hangi şehzade diğer şehzadeleri bastırabilirse o tahta çıkar şeklinde ilerledi. 1603 yılında tahta çıkan I. Ahmed ise bu konuda yeni bir kanun çıkararak, tahta çıkacak kişinin ekber ve erşed olması kuralını getirdi. Bu şekilde kendisinden sonra tahta oğlu değil, kardeşi Mustafa çıkabildi. Bu sistemi ilk örneğiyle yargılamak hatalı olabilir. Çünkü tahta çıkan kişi, psikolojik sorunları olan birisiydi. Dolayısıyla erşed değildi. Bundan dolayı tahttan indirildi ve yerine I. Ahmed'in 14 yaşındaki oğlu II. Osman tahta çıktı. Genç Osman olarak da anılan hükümdar, eski veraset sistemine göre babasından sonra tahta çıkması gereken kişiydi ancak amcasının hayatta olması ve onun yerine tahta çıkması, onun kişiliği üzerinde derin etkiler bırakmıştır. Bu etkilerden birisinin sebebi de kendisinden küçük olan kardeşi Şehzade Mehmed'di. II. Osman tahta çıkışından 4 yıl sonra 1621'de, sefer hazırlığı yapılırken kendisine tehdit olarak gördüğü kardeşini boğdurmuştur. Bu şekilde eski sisteme dönüş için bir ışık belirmiştir. Öyle ki daha sonra kardeşi IV. Murad tahta çıktıktan belirli bir süre sonra kardeşleri Şehzade Bayezid, Kasım ve Süleyman'la beraber bir rivayete göre amcası devrik hükümdar I. Mustafa'yı da boğdurttu. Son taht adayı Şehzade İbrahim'in öldürülmesi için emir verdiyse de Kösem Sultan'ın araya girmesiyle bu durum engellenmiştir. Bu durum, kendisinden sonra tahta çıkacak birisinin olmaması gibi bir tehlikeye, yani devletin başsız kalması ihtimaline yol açmıştır. Devletin başsız kalması demek, Fetret Devri'nden de anlayabileceğimiz gibi parçalanma riskinin yüksek, toparlanma ihtimalinin zor gerçekleşmesi demektir.
Tekerrürler (Yinelemeler) üzerine
Ünlü Filozof Karl Marx'ın "Tarihte her şey iki defa yaşanır; ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak." sözünü kaliteli bir hiciv olarak ele alabiliriz. Hitler Sovyetler üzerine büyük bir orduyla ilerlerken, benzer şeyler yaşamış Napolyon'u aklına getirmiş midir? Cevabını bilemeyecek olsak da muhtemelen getirmemiştir çünkü geçmişten ders alıp stratejik adımlar atmaktan ziyade nefretinin kişiliğini kontrol edip yönlendirdiği bir mizacı vardı. Aynı şekilde II. Osman ve IV. Murad, Fetret Devri'nde yaşanan başsızlığı ve devlete vurduğu darbeyi görüp, bu durumu ve sonuçlarını göze alarak mı kardeşlerini katletmişlerdir? Hem mümkün, hem değil. Tarihi olayları, o tarihin şartlarına göre yorumlamamız gerekir. Kendisi tahta geçmeliyken amcası tahta geçen ve taht yolu kapanan Genç Osman'ı ve ağabeyinin tahttan indirildiği süreçte küçük yaşta olup bu hadiseden kuvvetle muhtemel çok olumsuz etkilenmiş olan IV. Murad'ın psikolojilerini tam olarak anlamamız mümkün olmayacaktır. Bundan dolayı Hitler ve Napolyon örneklerinde olduğu gibi bir durumun ana sebepleri arasında benzerlik, olayların yaşanışlarında da çok sayıda çakışma tespit edebiliriz. Aynı şekilde Fetret Devri'nde her kardeşin eşit taht hakkı olmasından dolayı uzayan başsızlık ve iç savaşla, II. Osman ve IV. Murad'ın kendi dönemlerinin kanunlarının belirttiğinin aksine bu sefer tam tersini yapıp kardeşlerini katletmeleri de aynı sonuçlara yol açabilecek olaylardır.
Sonuç olarak ilk yazılı metnin M.Ö. 3200'lerde kaydedildiğini baz alırsak, bu kadar uzun bir zaman diliminde tarihin insanların davranışlarında ve kararlarında çeşitli benzerlikler bulunduğunu yazması gayet tabidir. Tarihin yinelemelerden ibaret olduğu bir iddiadır, ne kabul edilebilir ne de reddi mümkündür. Çünkü tarihi yazan kişiler insanlardır ve insanların davranışları arasında benzerlikler görmek de farklılıklar görmek de genelleme yapmak için yeterli olmayacaktır. Bize düşen tarihe gereken önemi vermek ve aynı hatalara düşüp "komedi" oluşturmamaktır. Mustafa Kemal Atatürk'ün de dediği gibi "Geçmişinden ders almayan bir ulus, yok olmaya mahkûmdur."
Onur KARABAĞ
06.07.2019
Yorumlar
Yorum Gönder