Osmanlı Siyasetinde İki Şehir: Bağdat ve Tebriz


Giriş

Devletlerin tarihlerinde bazı topraklar stratejik anlamda büyük bir önem kazanmıştır. Bu önem, bazı zamanlar ekonomik, bazı zamanlar askeri üs ve sefer merkezi, bazı zamanlar ise nüfusun artık eldeki topraklara sığmaması gibi durumlar şeklinde, bir ihtiyaç olarak ortaya çıkar. Bahsi geçen her ihtimalde yeni bir toprağı elde etmek devletin ve içerisindeki toplumların müreffeh şekilde yaşamasını amaçlar. Ancak yeni bir toprağı ele geçirmek her zaman yalnızca “yeni bir toprak parçasına egemen olmak” gibi kısa bir tanımla anlatılamayabilir; ancak bu yeni toprağın hangi amaçla ele geçirildiği, bu toprak üzerinde ne gibi amaçlar beslendiği gibi çeşitli parametrelerle bunu anlayabiliriz. Bu yazımızda Osmanlı Devleti’nin iki farklı yüzyılda devlet politikasının ciddi bir kısmına yön veren iki şehrin neden bu kadar önemli olduğunu ve aralarındaki bağı açıklayacağız.

Şiilik ve Tebriz üzerinden kısaca Osmanlı-Safevi İlişkileri

Babası I. Selim’in vefatı üzerine tek aday olarak tahta geçen I. Süleyman, tahta savaşsız ve rahat bir şekilde oturabilmesinin yanında babasının Memlük topraklarından elde ettiği olağanüstü değerdeki ganimetler sebebiyle, kullanabileceği dolu bir hazineyi de elinin altında bulmuştur. Devletinin hazinesi dolu olan I. Süleyman, şartların da kendisi için olumlu ilerlemesinin yardımıyla devlet politikasına dair atacağı adımların kararlarını daha hızlı alabilmişti. Öncelikle babasının fethetmeye niyetlenip sefer hazırlıkları devam ederken vefat ettiği Rodos’u fethetmekle işe başlamış, ardından da Macar Krallığı ile Mohaç Ovası’nda savaşarak Orta Avrupa’da ciddi bir güç olduğunu hissettirmiştir. Bu şekilde “gaza” faaliyetleri devam ederken devletin doğu sınırında Safevi Devleti, Doğu ve Orta Anadolu topraklarında Şiilik propagandası yapıyor ve ciddi isyanlara sebep oluyordu. Safeviler, Osmanlı ile mezhepsel açıdan ters düşen bir dinî yapıya sahipti. Sünni Osmanlılar ve Şii Safeviler, sınır devleti olmaları sebebiyle de birbirlerine müdahale konusunda sürekli uyanık pozisyonda olmaları gereken ve birbirleri hakkında olumlu düşüncelere sahip olmayan devletlerdi. Nitekim Şah İsmail, Osmanlı’nın Rodos ve Mohaç’la uğraştığını bildiğinden Anadolu içlerinde propaganda yapma fırsatı bulmuştu. Osmanlılar bu durumun farkına vardığı süreçte ise Şah İsmail vefat etmiş, yerine yönetime on yaşındaki oğlu Tahmasb geçmişti. Safeviler çocuk Şah ile nispeten güçsüz kaldığından bu durum Osmanlı’nın dikkatini çekmişti. İlerleyen süreçte ise Şah Tahmasb’ın, dolaylı olarak Osmanlı’ya bağlı Bağdat’ı zaptetmesi ve Osmanlı-Safevi sınır boylarında karşılıklı tecavüzlerin yaşanması iki devlet arasındaki savaşı kesinleştirecekti.

Sünni-Şii Çatışması Ayrımı

Sünni-Şii çatışması ayrımını iyi yapabilmek için başka bir Şii topluluk olan Yemen en iyi örnek olabilir. Merkezi bir yapıya ve düzenli bir orduya sahip Şii Safevilerle mücadele etmek, Şii Yemen ile mücadele etmeye benzemiyordu. Yemen topraklarındaki Şii aşiretleri, Osmanlı’ya başkaldıracak olsalar dahi çok ciddi bir tehlike oluşturamıyorlardı. Ayrıca İran ve Yemen arasında bulunan Arap Yarımadası Osmanlı’ya ait olduğundan, ancak deniz kuvvetleriyle Yemen’e ulaşma ihtimali olan Safeviler’de bir deniz kuvveti yoktu. Bundan dolayı Yemen’deki Şii topluluklar ile Safeviler ortak bir “Şiilik” politikası çerçevesinde birleşip Osmanlı’ya saldırmadılar. Ayrıca Osmanlı’nın kısmen yönetimi altında bulunan Yemen ile savaşmak için bir sebebi yoktu. Çünkü Osmanlı-Safevi ilişkilerinde de ancak görünür sebep olabilecek Sünni-Şii çatışması burada yoktu. Osmanlı zaten yönetimi altında bulunan bir toprağın Şiilik mezhebinde bulunuyor olmasıyla ciddi bir şekilde ilgilenmiyordu. Osmanlılar ve Safeviler arasında ipek ticareti ve Baharat Yolu gibi ciddi başka ekonomik sorunlar bulunuyordu. Yani I. Süleyman zamanında İran’a düzenlenen Irakeyn (İki Irak) Seferi’nin sebebi yalnızca dinî-mezhepsel cephede ele alınırsa hatalı bir sonuca ulaşılır.

Irakeyn Seferi ve Sonrasında Tebriz’in Durumu

1533 yılında Avusturya ile barış yapılması sonucu Avrupa’da bir cephesi kalmayan Osmanlı, dolaylı olarak Osmanlı egemenliği altında bulunan Bağdat’ı zapteden Safeviler üzerine Veziriazam İbrahim Paşa öncülüğünde sefere başladı. 1533 yılı Aralık ayında Halep’e giden İbrahim Paşa burada kışı geçirdikten sonra Ağustos 1534’te Tebriz’e yöneldi ve Şah Tahmasb’ın Horasan’da olması sebebiyle küçük çarpışmalarla, boşaltılmış Tebriz şehrine girildi. I. Süleyman da ordusuyla beraber Tebriz’e ilerlerliyordu. Erzurum’dayken Şah’ın Tebriz’e yürüdüğü haberi kendisine ulaştırıldı. Ancak I. Süleyman’ın Tebrize ulaşıp İbrahim Paşa kuvvetleriyle güçlerini birleştirmesiyle birlikte Şah Tahmasb, saldırmayarak geri çekildi. Ancak ne zaman Osmanlı ordusu şehirden çekilirse Safevi ordusu şehre giriyordu. Osmanlı’ya karşı yıpratma savaşı içerisine giren Şah, bu tavrıyla bölgedeki topraklardan vazgeçmeyeceğini belirtir şekilde davranıyordu. Bu savaşın Osmanlı Devleti’ne tek faydası Bağdat ve Basra civarında kesin Osmanlı idaresinin başlaması olmuştur. Tebriz şehri ele geçirilse de şehirde tutunulamamıştır. Osmanlı idarecileri bu sebepten dolayı İran içlerinde tutunamayacaklarını ve ancak belirli sınır bölgelerinden Safevileri uzak tutmak için seferler düzenlenmesi gerektiğini anlamışlardır.

İki devlet, birbirlerinden farklı ideolojileri savundukları ve birbirlerine karşı sürekli tehdit oluşturdukları için savaşmaları kaçınılmaz oluyordu. Öyle ki Tahmasb Osmanlı sınırlarına akınlarını devam ettirirken I. Süleyman da bölgedeki kılıç hakkıyla kazanılan topraklarını korumak için Safeviler üzerine bir sefer düzenlemek durumunda kaldı. Nahcivan Seferi olarak adlandırılan seferde, Tahmasb I. Süleyman’ın karşısına çıkmadı ve barış istedi. Şah’ın bu isteğinin ardında Osmanlı’nın, Safevilerce kutsal sayılan Erdebil Ocağı’nı tahrip edecekleri yönündeki iddiaları etkili olmuştur. Sefer sonunda 1555 yılında imzalanan ve 25 yıl yürürlükte kalacak Amasya Antlaşması’yla yaklaşık olarak Osmanlı-Safevi sınırları çizilmiş oldu ve ilerleyen tarihlerde iki devlet arasında imza edilen antlaşmalarda düzenli olarak bu antlaşmanın ismi anılmaya başlandı.

İlerleyen zamanlarda iç işlerinde Celali İsyanları’nı bir süreliğine bastıran Osmanlı, 1612 yılında Kuyucu Murad Paşa’nın serdar-ı ekremliğinde tekrar Tebriz’e yürüdü. Ancak Paşa’nın sefer gerçekleştiremeden vefat etmiş olması sonucu orada bulunan Nasuh Paşa, Safeviler ile antlaşma şartlarını görüşmeye başladı. İmzalanan Nasuh Paşa Antlaşması sonucu Safevi Devleti Osmanlı’ya her yıl düzenli olarak iki yüz yük ipek vereceğini taahhüt etmişti. Bu taahhüt hiç gerçekleşmese bile Osmanlı Devleti sürekli Tebriz’e yürüyerek ve aslında Tebriz’in gerisindeki Bağdat ve Basra’yı korumuş ve bu sebeple ipek ticaretine dahil olup, Baharat Yolu’ndan ciddi bir gelir elde etmiştir. Sayıca çok düzenlenen ve aslında “görünen amacı amaçlamayan” Tebriz seferlerinin amacı potansiyel düşmanı asıl menzilden uzak tutmak olmuştu. Bu yönüyle bu seferler I. Süleyman zamanında başlayan ve sonrasında da devam eden “kızılelma” Viyana’ya yönelik seferlere benzemektedir. Viyana’nın arkasındaki Budin’i elde tutabilmek ve Avusturya’yı belirli bir sınırda tutmak işi, bu kez de Safevilere uygulanmıştır.

Onur KARABAĞ
25.10.2023


Referanslar

FERİDUN EMECEN, "IRAKEYN SEFERİ", TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/irakeyn-seferi (25.10.2023).

Küpeli, Özer, “Irak-ı Arap'ta Osmanlı-Safevi Mücadelesi (XVI-XVII. Yüzyıllar)”, Ortadoğu Özel Sayısı / Middle East Special Issue, 2010.

Küpeli, Özer, “İpek, Ticaret Yolları ve Osmanlı Safevi Mücadelesinde Ekonomik Rekabet / Economic Competition in the Ottoman-Safavid Struggle”

Yorumlar