18. Yüzyılda Osmanlı'nın Doğu Cephesi


Giriş

On sekizinci yüzyıl, Osmanlı Devleti’nin Avrupa devletlerinin karşısındaki askeri güçsüzlüğünün ve yetersizliğinin anlaşılmaya başlandığı ve çeşitli reformlara girişildiği bir devirdir. Daha önceleri de sayısız girişim ve ıslahat denemeleri olmuştur ancak gerek padişahların değişimleri ve yeni padişahların, halefinin ıslahatlarını benimsememesi, gerekse zaten padişahların hal’i sırasında isyancıların çeşitli yeniliklerin geri çekilmesini istemesi gibi sebeplerden dolayı, gelişim süreci çok yavaş ilerlemiştir. Bu süreçte, özellikle Viyana Bozgunu’ndan sonra, Avrupa devletleri tarafından Osmanlı’nın artık gücünü yitirdiği anlaşılmaya başlanmıştır. Fakat toprak kayıpları sürekli olarak devam ederken, Osmanlı Devleti’nin yönetim kademesi, yaklaşık çeyrek asır boyunca “kaybedilen toprakları geri almak” fikrini benimsemişlerdir. Ancak bu durum, askeri üstünlük sağlanmadan, yenilikleri kalıcı ve etkin kılmadan mümkün değildir. Zaman zaman sadaret makamındaki kimi açık fikirli devlet adamları tarafından, mağlubiyetler için önlemler alınmaya çalışılsa da (örn. Köprülüzade Fazıl Ahmed Paşa dönemi), bu denemeler uzun soluklu olmadıklarından, tıpkı padişahların ıslahatları gibi uygulanmamış veya devam etmemiştir. Bu yazıda Osmanlı Devleti'nin askeri anlamda oldukça zorlanmaya başladığı zamanları ve bunun hissedildiği savaşları genel bir değerlendirme olarak ele alacağız.

Genel İzlenim

1683 Viyana Bozgunu'ndan sonra Osmanlı Devleti'nin ilk kez bu kadar büyük boyutlarda topraklar kaybetmesi, Edirne'de uzun süre oturan ve çeşitli zamanlarda avlar düzenleyen IV. Mehmed'in tahtını sallamışsa da, o bu olayı Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'ya yıkıp, kendisi Belgrad'da seneye düzenleyeceği seferin planlarını yaparken onu boğdurtmuştur ve meşruiyetini korumuştur. Ancak bu önlem kısa sürmüş, yeniçeri isyanı sonucu tahttan indirilmiştir. Ardından Osmanlı Devleti, Avrupa devletlerine savaş ilan edip (örn.: Karlofça Antlaşmasına uyulmadığı gerekçesiyle) kaybedilen toprakları almayı ummuşsa da, Venedik'ten alınan topraklar ve Rusya'nın savaş yorgunluğunun ve Baltacı Mehmed Paşa'nın da büyük katkısıyla ancak bu iki devlete karşı kısmî başarılar sağlanabilmiştir. Bunun yanında artık Orta Avrupa'da Avusturya gibi bir kuvveti geçip ilerlemek ihtimali ortadan kaybolmuştur. 1606 Zitvatorok Antlaşması gereğince, Avusturya hükümdarı üzerindeki üstünlüğünü kaybeden Osmanlı padişahı, bu sefer böyle bir madde yazılı olmasa bile, aslında üstünlüğün Avusturya'da olduğunu fiilen kabul etmiştir (Karlofça Antlaşması,1699) Avrupa'ya karşı durum böyleyken Osmanlı'nın doğu sınırındaki İran, Osmanlı'ya bırakılan ve kendileri için çok önemli olan Bağdat ve Musul'u unutamamışlardı. Bu durumda, Osmanlı devlet büyüklerinin aklını sürekli kurcalayan "kaybedilen topraklar" meselesi, İran için de Osmanlı'ya karşı mevcuttu. Öyle ki zaman zaman geri alma teşebbüslerinde dahi bulundular.

II. Ahmed Döneminde Cephelerde Genel Durum

Tahta geçtiği sırada yenilgiyle sonuçlanan Viyana Kuşatması'nın ardıl savaşları yapılıyordu. Kendisinin cülusuyla beraber Fazıl Ahmed Paşa'nın serdar-ı ekrem sıfatıyla ordunun başında kalması onaylandı. Sadrazam Fazıl Ahmed Paşa Avrupa devletlerinin belki de tahmin etmediği şekilde çeşitli başarılar elde ederek seferleri sürdürüyor, uzun süre ricat etmek durumda kalan Osmanlı ordusu, güçlü ve taktik zekası yüksek serdarla beraber saldırı savaşlarıyla Avusturya'yı hazırlıksız yakalayıp başarı kazanmaya başlamıştı. Savaşta üstün durumdayken şehit olmasıyla beraber bundan olumsuz etkilenen ve savaşma gücü de azalan Osmanlı askeri, savaşı kaybetti. (Salankamen Savaşı) Ardından Avusturya ordusu Osmanlı topraklarında çeşitli kaleleri ele geçirirken, bir yandan da Venedik, güçlü bir donanmayla Osmanlı'ya ait Sakız Adası'na asker çıkartarak burayı ele geçirdi. II. Ahmed'in ciddi uyarıları sonucu, Venedik donanmasının amirali öldürüldü ve bölgedeki Venedik donanması imha edilerek Sakız Adası ele geçirildi. Venedik'in bu savaştaki tek gayesi, bilinçli olarak Osmanlı'nın askeri gücünü zorlayarak yıpratmaktı, bu durum neticesinde Venedik'in istediği oldu aynı anda iki cephede birden savaşmak zorunda kalan Osmanlı iyice yorgun düştü.

III. Ahmed ve I. Mustafa Döneminde Cephelerde Genel Durum

1- III. Ahmed Dönemi

III. Ahmed'in saltanatı döneminde Karlofça Antlaşması'nın Avusturya tarafından çiğnenmesi sonucu, Osmanlı Devleti Avusturya'ya savaş açsa da, Fazıl Ahmed Paşa gibi bu savaşta da serdar Silahtar Ali Paşa şehit düştü ve nihayetinde Osmanlı ordusu bozguna uğradı Bu durum netincesinde Pasarofça Antlaşması imzalandı ve barış yanlısı hükümdar III. Ahmed'in de isteği doğrultusunda, bu olaylardan sonra devletin batı sınırında bir süreliğine de olsa barış hakim oldu. Bu süreç Lale Devri olarak adlandırılan ve çeşitli reform denemelerine girişilen bir dönemdi. (On iki yılın sonunda, Patrona Halil İsyanı'yla III. Ahmed hal' edilene kadar bu süreç devam etmiştir.)

Doğu cephesinde ise durum biraz farklıydı. Rusya'nın, İran üzerindeki egemenlik hayallerini fark eden Osmanlı yönetimi, buna engel olmak istiyordu. Bunun için olası savaşlarda söz sahibi olmak ve Rusya'nın İran üzerinde tam egemen olmasını engellemek gerekiyordu. Bunun sonucunda 1723 yılında başlayan savaşlarda İran'a karşı ayrı cephelerde savaşan Osmanlı Devleti, 1725 yılında Tebriz'e kadar ilerlese de, 1727'de Nadir (Şah) tarafından mağlup edilinceye kadar savaş devam etti, bu hadiseden sonra ise İran ile Hemedan Antlaşması'yla savaş sonra erdi. Osmanlı, Tebriz hariç ele geçirdiği toprakları (Kirmanşah ve Hemedan) İran'a iade etti. I. Süleyman zamanından beri iki devlet arasında el değiştiren Tebriz, bu antlaşmayla Osmanlı'da kaldı.

2- I. Mahmud Dönemi

Amcası III. Ahmed'in Patrona Halil İsyanı sonucu tahttan indirilmesi neticesinde tahta çıkan I. Mahmud, tahta çıkmasında payları olsa da, devlet işlerine sürekli müdahaleleri sonucu ilk olarak bu isyanı bastırdı ve isyanın başı olan Patrona Halil'i öldürttü. Ardından devlete tam manasıyla egemen olarak, İran üzerine sefere çıktı ve İran ordusu mağlup edildi, Ahmet Paşa Antlaşması imzalandı. 1732 yılında imzalanan bu antlaşma sonucunda Kafkasya'yı Osmanlı Devleti'ne vermek durumunda kalan İran'da, şahın tahtı sallandı ve bunu fırsat bilen Nadir, yeni şah olarak kendi hanedanını kurarak tahta geçti.

Doğu cephesinde bu gelişmeler yaşanırken, Osmanlı-İran savaşını değerlendirmek isteyen Avusturya ve Rusya Osmanlı'ya savaş açarak, batı cephesinde yeni bir savaş ortamı yarattı. Bu savaşlarda Hekimoğlu Ali Paşa'nın Avusturya ordusunu, Muhsinzade Abdullah Paşa da Rus ordusunu mağlup ederek, savaşı kazanmışlardı. Ardından Avrupa devletleriyle olan savaşları sona erdiren I. Mahmud, tekrar İran üzerine yürüse de, yeni hükümdar Nadir Şah, karşısındaki orduya mukavemet gösteremeyeceğini idrak ettiği için barış teklif etti, tekrar Kasr-ı Şirin Antlaşması'nın maddeleri kabul edildi.

Sonuç

İran'da çeşitli iç sıkıntılar, ülkenin dış politikasını da etkiliyordu. İran çeşitli zamanlarda Osmanlı'nın doğu sınırlarına akınlarda bulunsa da, Batı cephesinin savunma hattının güçlü bir zarar görmesine rağmen, Osmanlı doğu cephesinde halâ kuvvetliydi. Ancak şöyle bir sorun vardı ki, Osmanlı'nın doğu sınırlarında yaşayan halk, yaşadıkları topraklarının sürekli el değiştirmesinden ve çok kolay kuşatma altına alınmasından dolayı, yönetimlerine küskünlük beslemeye başlamıştı. Bu durumların neticesinde, zaman zaman binlerle ifade edilen Osmanlı'daki İran istihbarat ajanları, bu durumdan İran'ı sürekli haberdar ediyordu. Ayrıca kendi iç politikasında meşruiyetini artırmak isteyen İran şahları için de kaybedilen topraklarını almak, Osmanlı'daki gibi önemliydi. Zaman zaman çatışmalar olduysa da, Osmanlı üstün taraf olmasına rağmen çok büyük bir kazanç elde edemedi. Aynı topraklar üzerinden sürekli bir anlaşmazlık ve çatışma durumu devam etti. Osmanlı için de durum çok farklı değildi. Direkt bir İran tehdidi olmasa bile, İran üzerinden kendisine gelebilme ihtimali olan tehditler henüz başlangıç aşamasındayken yok etmeye çalışılıyordu. Bir zaman sonra neredeyse alışkanlık veya olmazsa olmaz denilebilecek bir şekilde, Osmanlı-İran savaşları yapılmaya başlandı.

On sekizinci yüzyılda gerçekleşen Osmanlı-İran savaşları, genel olarak iki devlete de bir yarar sağlamamıştır. Osmanlı Devleti'nde savaş yorgunluğu ve asker kaybı olarak kendisini gösteren durum, batı sınırlarındaki savaşlarda devleti güçsüz kılmıştı. İran için de ortada çok farklı bir durum yoktu. Her iki devlet için de, IV. Murad zamanında 1639 yılında imzalanan Kasr-ı Şirin Antlaşması'nın son sınırları belirleyici olmasının yanı sıra; dinî ve demografik yapıyı da belirlediğini ve son halini verdiğini anlamak, çok pahalıya mâl oldu. İki devlet de askeri açıdan güçsüzleşerek, dış saldırılara karşı daha açık bir hale geldi. Mezhepsel farklılıklar ve siyasi çıkarlar bu denli güçlü olmasaydı ve müttefik olarak hareket edebilselerdi, durum elbette çok farklı olabilirdi. Bu durum karşısında, Altın Orda hükümdarı Berke Han'ın, kendisiyle aynı millete mensup İlhanlı Hanı Hulagu Han için söylediklerini bir defa daha anımsamak gerek: "Biz birbirimizle savaşıp birbirimizin kanını akıtmasaydık, Moğol orduları tüm dünyayı fethedebilirdi."

Onur KARABAĞ
01.01.2019

KAYNAKÇA

Münir Aktepe, "AHMED III", TDV İslâm Ansiklopedisi, (İstanbul: 1989), 2. Cilt, 34-38.

Abdülkadir Özcan, "MAHMUD I", TDV İslâm Ansiklopedisi, (Ankara: 2003), 27. Cilt, 348-352.

Yorumlar